Eğitimin genel kuralına göre, bir çocuğun yetişmesinde şu üç temel unsur rol oynamaktadır: Aile, okul, çevre. Bu üç unsur birbirini dengeli bir şekilde desteklerse bunların içerisinde yetişen çocuk, hem maddî hem de manevî açıdan dengeli bir yapıya sahip olmakta hem de bu çocuğun aidiyet ya da kimlik ve kişilik sorunu olmamaktadır. Ancak bu üç unsur arasındaki dengeli ilişki bozulur, birinin yaptığını diğeri yıkarsa çocuk ta bundan nasibini alır ve dengesiz, kimliksiz ve kişiliksiz bir yapıya sahip olur.
Bu üç unsurdan ailenin dengesi, güçlü, sevecen ve adil bir baba, şefkatli bir anne ve sorumluluk duygusuna sahip aile bireylerinin varlığı ile oluşmaktadır. Okulun dengesi, toplumun ortak değerlerini ailede özümsemiş çocuk ile bu değerleri öğrencisine aile sıcaklığından daha güvenli bir ortamda ve bilimsel bir şekilde sunacak öğretmenlerin varlığı ile oluşmaktadır. Çevrenin dengesi ise gerek okulun gerekse ailenin yetiştirdiği dengeli fertleri doldurduğu sokaklar sayesinde oluşmaktadır.
Gencin küçük bir tasarımı olan çocuk, müthiş bir fotokopi makinesi gibi ailedeki her şeyi kendi dünyasına kaydetmektedir. Bu anlamda her çocuk ailesinin bir çeşit fotokopisi durumundadır. Evdeki konuşmalardan tutunda, davranışlara hatta el-kol hareketleri ve fısıltılara kadar evin tüm atmosferini kaydetmekte ve yaşayacağı hayatın modelini oluşturmaktadır. Bu nedenle aileyi oluşturan bireylerin öncelikle sorumluluk bilincine sahip kimseler olması gerekmektedir. Bu sorumluluğun farkında olmayan insanların kuracağı aileler, hem kendileri hem de toplumları için birer sorun üretme merkezi olmaktan öteye geçememektedir.,
Ülkemizde gençliğin sorunlarını çözebilecek iki temel kurum olan okul ve aile maalesef kendi ayaklarını üzerinde duramamaktadır. Aile televizyona teslim olurken okul sokak kültürünün içinde yuvalandığı bir kurum haline gelmektedir. Aslında sokak kültürünü de televizyon teslim aldığım için diyebiliriz ki, hem okulu hem de aileyi görsel medya teslim almış durumdadır. Görsel medya ise kültür emperyalizminin beşinci kolu olarak çalışmakta, bu konuda düşmana yapılacak bir iş bırakmamaktadır. Hollywood’un işportaya düşmüş ucuz tehdiş ve terör filmlerinden, Brezilya’nın, alıcısı tükenmiş pembe dizilerine kadar batı pazarında ne varsa getirip, uysa da uymasa da ekranlarına yansıtmaktadır. Bunun yanında mantar gibi biten dizi filimler bir yandan insanımıza toplumsal sorunlardan ve realiteden uzak bir şekilde oluşturulmuş hayali bir duygusal ilişkiler yumağını hayat diye sunmakta, diğer yandan aile içi çarpık ilişkileri meşrulaştırmaktadır. “Aşk” gibi, içerisinde en ulvi duyguları barındıran bir kavramı, damızlık hayvanların şehvet fantezileri ile özdeşleştirerek, tarihimizde “insanı insan yapan hatta Mısır’a sultan yapan” bu kavramı ucuz şehvet manevralarına kurban etmektedir.
Televizyonlar bu eleştirilere, “ne yapalım, milletimiz seyrediyor, talep var!” diyorlar. Ey televizyon yöneticileri, eğer her talep olana arz-i endam ediyorsanız, buyurun hırsızlığa, zenginin malına, lüks arabalar da müthiş bir ilgi ve iştah var. Bu taleplere de cevap verebilecek, talebi yeterli arzla dindirebilecek misiniz?!
Velhasılı bizde televizyon ekranları bütün aptallıkların, şaklabanlıkların, aşırılıkların, rezilliklerin, yalanların, ideolojik yönlendirmelerin bulunduğu, iftiraların atıldığı, masum ve güçsüz insanların hayatlarının karartıldığı, toplumumuzu ayakta tutan değerleri çiğneyen aşağılık ve sorumsuz tiplerin işgal ettiği lanetli bir kutu durumundadır. Bu lanetli kutu, gençliğimize sanat adına, her türlü rezaleti sergileyen şaklabanları, aptalları, homoseksüelleri, bilim ve bilgilenme adına toplumuna yabancı olan, beyninin malzemesini dışarıdan ithal ikamesi bir yolla ve maymunca bir taklitle alan, sorumsuz ve içi boş tipleri göstermektedir. Televizyonların belki de en ciddi bir şekilde ekranlarına taşıdığım şey spor adına futboldur. Ancak bu spor dalı da kendisine müptela olan insanların bedenlerini ve zihinlerini harekete geçirmek yerine, onları sporun edilgen ve pasif seyircisi ama aktif ve bir fanatik bir taraftarı yapmakta, bu nedenle stadlar artık yüz binleri uyutan birer “çağdaş beşik” olarak hizmet vermektedir. Kısacası televizyon gençliğimizi anlamsız, boş ve hatta zararlı taraflara yönlendirerek onların dinamizmini öldürmekte; ferdi ve toplumsal bilinçlerini ve ahlaki sorumluluklarını yok ederek, duyarlı olmaları gereken her şeye karşı duyarsız hale getirmektedir.
İşte biz her şeyin temeli olan insanın dinamik modeli durumunda olan gençliğimizi bu medyanın insafına terk ettik. Öncelikle aileler bu medyaya teslim oldu, sonra bu ailelerin doldurduğu okullar bu medyaya teslim oldu, maalesef söylemek zor geliyor ama öğretmenlerde bu medyaya teslim oldu. Sokaklar ise lebaleb televizyon kültürü ile dolu. Akşam evine gelen baba kumandayı alıp televizyonun karşısına geçmekte ve gece geç saatlere kadar televizyon seyretmektedir. Okulların veli toplantılarına katılın, göreceksiniz ki, baş şikayet konusu, televizyonun çocuklar üzerindeki olumsuz etkisidir. Ülkemizde günün 3/2 sinde televizyonu açık olan aileler bulunmaktadır. Bu aileler televizyon izlerken çoğunlukla da seçici davranmamaktadırlar. Çocukların ve gençlerin beyinleri anlamsız ve faydasız televizyon kültürü ile dolmakta, ders kitaplarındaki bilgileri devşirmesi gereken beyinler sanatçı ve futbolcu adı ezberlemektedir. İngilizce dersinde basit bir kelimeyi telaffuz edemeyen, hatta kendi dedelerinin ve atalarını adlarını bile söyleyemeyen Türk çocukları, Batıdaki futbol takımlarının en karmaşık isimlerini bile kolayca ifade edebilmektedir. İçerisi bu gibi anlamsız şeylerle dolan genç beyinlerde artık faydalı ve anlamlı şeylere yer kalmamaktadır. Bu kötü gidişe en fazla karşı çıkması gelen eğitimciler ise maişet derdi ile oyalanmakta, asıl işlerine bir türlü eğilememektedir. Örneğin eğitimcilerin kurduğu sendikaların en önemli işlerinden biri de eğitim ve öğretimin önündeki bu olumsuzlukları kaldırmak ve bu gibi konularda yetkilileri uyarmak iken, ne onlar bu gibi şeylere kulak asmamakta ne de etkili ve yetkili kişiler böyle şeyleri gündemlerine almaktadır. Ülkemizdeki her kurumda gibi eğitimcilerin sendikaları da devleti idare eden erkte önce kendilerini çağın baskın ideolojileri ile tanımlamakta ve çözümlerini de bu baskın ideolojilerinin rengine uydurmaktadır. Bu konformist anlayışa göre, eğitimin en temel sorunu laik eğitimim tam anlamı ile uygulanamaması ve okullarda din derslerinin zorunlu olarak okutulmasıdır. Bunu izleyen sorular ise büyük oranda ekonomiktir ve öğretmenin gelir seviyesinin düşük olması, okulların fiziki kapasitesi, eğitimin bütçeden aldığı düşük pay, aile baskısı gibi nedenler bunların başında gelmektedir.
Bunun yanında ülkemizdeki hiçbir kurumun söz konusu sorunlara karşılık temelli bir çözüm önerisi bulunmamaktadır. Osman Nuri Ergin’in Osmanlı Eğitim Tarihinden bahsederken belirttiği gibi, asıl gerileme nedeni, eğitim sisteminin çökmesi olan Osmanlı İmparatorluğunda, güya devleti ıslah edecek olan “Islahat Fermanı”nda eğitime dair tek kelime yoktur. Bu geleneği sıkı bir şekilde örnek alan ülkemiz kurumları, programlarında eğitime hiç yer vermezler. Bir defasında seçim çalışmaları için bir dernekte konuşan münevver olarak bildiğimiz bir siyasetçiye, “eğitim konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğumda bana şöyle dedi: Bu konuda bizim bir tasarımız yok. Biz insanları her hangi bir kalıba da sokmak istemiyoruz. İnsanları serbest bırakın, onlar istedikleri kalıba girsinler. Bu aşırı liberal yaklaşım beni hayrete düşürdü. Biz biliyoruz ki, kültürel etkileşim kapalı kaplar gibidir. Her çağda baskın kültür zayıf kültürlerin boş bıraktığı alanı doldurur. Zayıf kültürler kendi fertlerini baskın kültürlerin yıkıcı etkisinden korumak istiyorlarsa, insanlarını donanımlı, kimlikli ve kişilikli bir şekilde yetiştirmek durumundadırlar. Ülkemizde ise modern çağın kültür emperyalizmine karşı savunmasız ve dirençsiz bir vaziyette bırakılan gençlik, rüzgar nerden esiyorsa o tarafa doğru eğilmektedir. Örneği 12 Eylül ihtilali öncesinde gizli bir el tarafından ideolojik kamplara bölünerek eline silah verilen gençlik, sağ-sol çatışması adı altında onlarca yıl süren anlamsın bir kardeş kavgası yaşadı. Bu kavgayı 1980 yılı bir sonbahar ayı olan Eylül’ün 11 ini 12 sine bağlayan gecenin yarısında birden bire bitiren gizli güç bu defa onlar için “sev-genç” olma hedefini gösterdi. Bu hedefe varabilmek için o gün bu gün önüne gelen her engeli kahramanca aşmaktadır. 12 Eylül öncesi duvarlara ideolojik sloganlar yazan gençler şimdi sevgilileri için aşk sembolleri çizip sevgi mesajları yazıyorlar. Okullar artık ideolojik kavgalara değil de çete ve kız kavgalarına sahne olmakta, bu yüzden sınıfın ortasında öğretmen bile öldürmektedirler. Etkili ve yetkili kişiler ise kendi çocuklarını özel okullarda sağlama alıp, sürekli laiklik kaygıları ile halkı oyalamaktadırlar.
Kendi toplumunu ve kendi değerlerine tanımayan, özüne yabancılaştırılmış, kendine ait ideal modelleri bulunmayan, kimliksiz ve kişiliksiz bir gençlik, ot gibidir. Rüzgar nerden kuvvetli eserse o tarafa yatar. Gençlerini modelsiz, kimliksiz ve kişiliksiz bırakanlar bilsinler ki, onlar için her zaman birileri modeller üretebilir. Bir de ülkenizde çağın işportaya düşmüş, modası geçmiş modellerini ekranlarına ucuz ve kolay bir şekilde taşıyan bir medyanız ve bu medyanın çığırtkanlıklarına inanan ve onu bilinçsiz bir şekilde izleyen bir toplumunuz varsa artık düşmanlarınıza söyleyin rahat uyusunlar.
Doç.Dr.HASAN AYIK
İLAHİYAT FAKÜLTESİ / RİZE