Cenâb-ı Hak, felâha ermiş olan mü’minlerin vasıflarını zikrederken; “Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3) buyuruyor.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bir müslümanın lüzumsuz işlerle vaktini ziyan etmesini arzu etmezdi. Dâimâ bir gönül kazanmanın peşinde koşmak gerektiğini kalplere nakşedebilmek için ashâbına sık sık şu üç suâli yöneltirdi:
“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?”
“Cenâze teşyiinde bulundunuz mu?”
“Bir hasta ziyaretine gittiniz mi?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Zira Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlip olan kişinin; “Yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin!”[1] beyânının hakîkatine erebilmesi için, mâtemlerin civârında dolaşması şarttır.
Nitekim rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:
“−Yâ Rab! Sen’i nerede arayayım?” diye niyaz edince, Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:
“−Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Günümüzde de bu ictimâî ibadetlere bilhassa dikkat etmek, bir mü’minin en mühim vazifelerindendir. Evvelâ “yetimle ilgilenmek”, çağımızın en büyük hastalıklarından biri olan kalp katılığının reçetesidir. Bu hakîkati Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle beyan buyurmuşlardır:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 263, 387)
Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle buyurur:
“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin, senin de kalbin yumuşayıp rûhun incelsin.”
Lâkin “yetimin başını okşamak” ifadesi, sadece maddî mânâsıyla anlaşılmamalı, bilâkis onun maddî ihtiyacıyla beraber, hattâ daha ziyâde mânevî ihtiyacını gidermenin kastedildiği unutulmamalıdır. Yani derdini arz etmek için geldiğinde, bir çikolata vermek sûretiyle baştan savmak, yetime bakmak değildir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yetime nasıl bakılması gerektiğini örnek hayatıyla bizlere fiilen tâlim buyurmuşlardır. Nitekim bir rivâyete göre annesi tarafından Rasûlullah Efendimiz’e hizmet etmek için getirilen Enes -radıyallâhu anh- da on yaşında bir yetimdi. On yaşındaki bir çocuğun, elli küsur yaşındaki bir Peygamber’e nasıl hizmet edeceği düşünülebilir? Lâkin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Enes’i kabul buyurdu. Onu büyük bir muhabbetle terbiye etti. Hattâ Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eğitim ve öğretim usûlüne, insanlara, özellikle de çocuklara karşı engin şefkat ve müsâmahasına dair birçok bilgi Enes -radıyallâhu anh- vasıtasıyla bizlere ulaştı.
Genellikle “yavrucuğum” diyerek hitap ettiği Enes’in gönlünde, Rasûlullah Efendimiz’in müstesnâ bir yeri vardı. Bir gün Enes -radıyallâhu anh-:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir amber, ne bir misk, ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Allah Rasûlü’nün mübarek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.” demişti.
Onu dinlemekte olan talebesi Sâbit:
“–Ey Enes, sen sanki her dâim Allah Rasûlü’ne bakıyormuş ve O’nun mübarek sadâsını işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?” deyince Enes -radıyallâhu anh- şu cevâbı verdi:
“–Evet, vallâhi kıyâmet günü O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca:
«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim. Efendimiz’e Medîne’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş, Efendim’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana, yaptığım hiçbir iş için «üf» bile demedi, «Bunu niçin (böyle) yaptın, şunu niçin yapmadın?!» diye azarlamadı.” (Ahmed, III, 222. Krş. Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)
Yine uzun bir ömür süren Enes -radıyallâhu anh-’ın Efendimiz’le nasıl bir gönül irtibatı kurduğunu, şu ifadesi ne güzel anlatmaktadır:
“Rüyamda Sevgili (Peygamberim)’i görmediğim hiçbir gece yoktur.” (İbn-i Sa‘d, VII, 20)
Peygamber Efendimiz’in yetimleri himâyesine dâir bir diğer misal de şöyledir:
Câfer -radıyallâhu anh- Mûte’de şehid olmuştu. Câfer’in âilesinin gönlündeki yangın biraz sakinleşsin diye, Efendimiz üç gün sonra Câfer’in evine gitti. “Bugünden sonra kardeşime ağlamak yok!” diye söze başladı. Sonra; “Getirin bana kardeşimin çocuklarını.” dedi. Câfer’in oğlu Abdullah, hâdiseyi şöyle anlatıyor:
“Bizi getirdiler, Allah Rasûlü’nün karşısında dizildik. Kuş yavruları gibiydik.” (Bkz. Nesâî, Zînet, 57)
İşte öyle mahzun bir ortamda, herkes Rasûlullah Efendimiz’in ne diyeceğini merakla beklerken, Efendimiz önce üzüntü ve kederden saçları darmadağın olmuş yetimlerin yüzü gözü açılsın diye bir berber çağrılmasını emir buyurdu. Sonra da işaret ve orta parmaklarını göstermek sûretiyle oradakilere şöyle seslendi:
“Ben ve yetime kol kanat geren kimse, Cennet’te böyle (yan yana) olacağız.” (Buhârî, Talâk, 25)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üzerinde hassâsiyetle durduğu diğer bir husus, “cenâze teşyii”. Hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, müslümanın müslüman kardeşi üzerindeki haklarından biri de cenâzeye iştirak etmektir. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4)
Hattâ Efendimiz, şâhitliğinin makbul olması dolayısıyla mü’minlere; “Cenaze namazı kıldığınız zaman ölen kimseye samimiyetle duâ edin.”[2] diye emir buyurmuştur.
Nitekim Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:
«–Vecebet! (Vâcib oldu, kesinleşti!)» buyurdu.
Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun menfî durumundan bahsettiler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine:
«–Vecebet! (Vâcib oldu, kesinleşti!)» buyurdu.
Bunun üzerine Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-:
«–Yâ Rasûlâllah, kesinleşen nedir?» diye sordu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de menfî durumundan bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz.» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim bir ölüyü yıkar, onu kefenler, (kefenine) güzel koku sürer, (cenâzesini) taşır, cenâze namazını kılar ve ölünün üzerinde gördüğü (olumsuz şeyleri) yaymazsa, anasından doğduğu gibi günahlarından arınmış olur.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 8)
Bu ifadeler de bizlere, cenâze teşyîinin Hak katında ne kadar kıymetli olduğunu göstermektedir.
Aslında insanın üzerinde durması gereken en mühim husus, kabir hayatı ve sonrasıdır. Bu sebeple bir kimse, defnedilen bir mevtâ gördüğünde, bu hâdisenin bir gün kendi başına da geleceğini tefekkür etmelidir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cenâb-ı Hakk’a sık sık şöyle ilticâ ederdi:
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ
“Yâ Rabbi, kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım…” (Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ashâbından üzerinde hassâsiyetle durmalarını istedikleri diğer bir sâlih amel de “hasta ziyareti”dir.
Hayatta âcizliği tattığı için yüreği de mahzun olan bir hasta, elbette dostlarının, akrabalarının ve komşularının kendisini arayıp sormasını, ziyaret etmesini arzu eder. Böyle gönlü yaralı bir hastayı ziyaret edip hâlini-hatırını sormak ve tesellî etmek, Allâh’ın rızâsına medâr olan mühim bir ictimâî kulluk vazifesidir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şiddetli veya hafif oluşuna bakmaksızın ashâbından hasta olanları ziyaret etmiş, hattâ rahatsızlığının uzun sürmesi durumunda onları tekrar tekrar ziyarete gitmiştir. Meselâ ağır hasta olan Câbir bin Abdullah’ı evinde ziyarete gitmiş, kendinden geçmiş bir vaziyette bulduğu Câbir’i daha sonra Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’le birlikte tekrar ziyaret etmiştir. (Bkz. Tirmizî, Ferâiz, 7)
Yine Hazret-i Âişe’nin naklettiğine göre Hendek Gazvesi’nde kol damarından yaralanan Sa‘d bin Muâz için mescitte bir çadır kurdurmuş ve onu sık sık ziyarete gitmiştir. (Bkz. Buhârî, Megâzî, 30)
Hattâ Sevgili Peygamberimiz; “Bir kimse hastayı ziyaret ettiğinde rahmetin içine dalar; onun yanında oturunca da rahmet onun gönlüne yerleşir.”[3] buyurmak sûretiyle, bu ziyaretlerde hastanın yanında bir miktar kalmayı özellikle tavsiye etmişlerdir. Bu zaman diliminde de hastanın gönlünü mesrûr edecek, onun moralini yükseltecek güzel sözler söylenmesini arzu buyurmuşlardır.[4]
Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Ben hasta iken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ziyaretime gelmişti. Çıkarken:
ياَ سَلْمَانُ! كَشَفَ اللّٰهُ ضُرَّكَ وَغَفَرَ ذَنْبَكَ وَعَافَاكَ ف۪ي د۪ينِكَ وَجَسَدِكَ اِلٰى اَجَلِكَ
«Ey Selman! Allah sıkıntılarını gidersin, günahını affetsin. Ölünceye kadar dînine kuvvet, bedenine sıhhat versin!» buyurdu.” (Heysemî, II, 299)
Fahr-i Kâinat Efendimiz, hastanın yaptığı duânın meleklerin duâsı gibi olduğunu bildirmiş[5] ve şöyle buyurmuştur:
“Hastayı ziyaret edin ve ondan size duâ edivermesini isteyin. Zira hastanın duâsı makbuldür. Günâhı da affedilir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 57)
Bu mühim vazifeyi ihmâl etmek ise, müslüman için büyük bir kayıp ve ağır bir mes’ûliyettir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu şöyle haber vermişlerdir:
“Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur:
«–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin!» Âdemoğlu:
«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?» der. Allah Teâlâ:
«–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?..” (Müslim, Birr, 43)
Yetim, garip, hasta ve muzdaribin derdiyle fiilen alâkadar olmanın yanı sıra, onlara bir de kalbî duâlarla mânen destek olmak, mühim bir din kardeşliği vazifesidir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk’a her ilticâsında şu sözlerle duâ etmek, necip milletimizde bir nevî örf hâline gelmiştir:
“Yâ Rabbi! Hastalara şifâ, dertlilere devâ, borçlulara edâ, mevtâlara rahmet ve mağfiret ihsân eyle. Nâ-murâd olanları ber-murâd, nâ-şâd olanları da lûtf u kereminle handân u şâdân eyle!..”
Velhâsıl toplum içindeki kanadı kırık yetimlere kol-kanat germek, vefat eden mü’min kardeşimizin cenâzesine iştirak etmek, yakınlarına tâziyede bulunmak sûretiyle acılarını paylaşmak ve hastaları ziyaret etmek, Allâh’ın rızâsını celb eden mühim ictimâî ibadetlerdendir. Yani İslâm’ı, hayatın her safhasında yaşayabilmek îcâb eder.
Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Bu sebeple hasta, garip, yetim ve yoksullarla ilgilenip kimsesizlerin kimsesi olmak, Rabbimiz’e karşı bir şükür borcumuzdur.
Cenâb-ı Hak, elimizdeki imkânları muhtaçlarla paylaşabilmeyi, memnun ve mesrur ettiğimiz gönüllerin; dünyada rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, Cennet’te de saâdetimiz olmasını lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 58.
[2] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54, 56; İbn-i Mâce, Cenâiz, 23.
[3] Muvatta’, Ayn, 7; İbni Hanbel, III, 174.
[4] Bkz. Tirmizî, Tıb, 35.
[5] Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 1.