Sınav sürüyor. Sürekli, yinelenerek. İnsanın sınavı mütemadiyendir. İnsanın insanı sınavı da öyledir. Umutsuzluk yakışmaz insana. Akıl sahipleri bilir ki sınavda olduğunu, o nedenle umutsuzluk asla onlara uğramaz. Bir gün mutlaka kazanacağını bilir. O umutla yürür yeryüzünde. Her hareketiyle umut aşılayıcısıdır. Umut taşır baktığı her yüze, her göze.
İslam öğretisi Kuran’dır. İslam öğretisinin rehberi Hazreti Muhammet Efendimizdir. Onun sözleri, eylemleri hadis ve sünnetlerini ifade eder. İslam öğretisi demek oluyor ki Kuran ve sünnettir. İlkeleri evrenseldir. Bütün ilkeleriyle evrensel bir nizam, bir intizamdır. İslam öğretisi üzere olan bütün müminler, yeryüzünde var olan bütün insanların haklarını savunur. Savunmalıdır. Açları, yoksulları, yolda kalmışları, mazlumları, ezilmişleri, hakları ellerinden alınmışları, özgürlük savaşçılarını (Afrika’da, Moro’da, Filipin’de, Filistin’de, Eritre’de, Hindistan’da, Semerkant’ta, Suriye’de, Mısır’da, Bağdat’ta, Endülüs’te, Türkistan’da, Bosna’da, Halepçe’de dahi her bir yerde var olan) savunmalıdır Müslüman. Kendim gibi savunmalıyım onları da.
Bilirim ki “boynuzlu koyun, boynuzsuz koyundan alacaktır hakkını”. Buna sebep “kıyamet aşısı” her an insanı diri tutmalıdır.
İyi yazar, yalnızlıktan beslenmeyi bilir. Yalnızlık bir bakıma inzivadır. Kalabalıklarda münzevileşme deneylerine tabi tutar kendisini. Ruhun, gönlün ve aklın inzivası kadar dilin de inzivası gereklidir. Susmak inzivadır yerinde, konuşmaksa savaştır gerektiğinde.
“Değişmeyen tek evrensel, uluslararası “yer” “Mekke”dir” diyor Nuri Pakdil Biat – II de. Mekke’ye karşı duyarlılık, Medine, Kudüs için de geçerli. Yalnızlaşma insanın yalnızlaşmasıyla da ilgili. İnsan cemiyetinden, cemaatinden, topluluğundan koparsa, değerlerinden de, şehirlerinden de kopar. Mekke’den de kopar. Bu da sınavın en önemli unsurudur. Kişi yalnızca kendisinden mi sorumlu? Kaç kişi öyle düşünür? Sende mi?
Aynaya bakınca, sınavda ki hallerim hatırıma geliyor. Yüzümün değişimlerini görüyorum. Alnım terlemiş miydi sınavda hiç? Ya senin, senin de mi terlemişti? Sürüyor adam sürüsünü. Sürü ve çoban yan yanadır dinimizde. İnancımız çobanın dikkatini çekerek dinamik bir yapı öneriri. Dinamiklik kaybedilince toplum çözülür. Aile çözülmesinin önlemek içindir çobana altın küpenin verilme sebebi. Tam da buradan bakıyorum Mekke’ye. Bulunduğun yerden görmelisin kıbleni. Kıblenle arana hiçbir engel koymamalısın. Ayna sensin. İçinden geçenleri en iyi bilen sen. İç konuşmalarında geçirdiklerini iyi ki bilmiyor yanındakiler. Büyük ulusumuzun tarihini tek yüzyıl ile değerlendirirseniz büyük bir yanılgı yaşarsınız. Kökleri derinlerden daha da derindir tarihimizin. Öyle bilinmelidir. Dünya daralmıştır, darlanmıştır da. Bunu görerek problemlere eğilmek, öyle tartışmalara, derinlerde ki tecrübeler eşliğinde ışık tutmak gereklidir. Kişiliklerimiz, kimliklerimiz, şahsiyetlerimiz ve tarih şuurumuz oradadır. Geçmişle birlikte varız.
Bunlar da sınavlarımızdandır. Batılılaşma ya da diğer adıyla köklerden koparak yabancılaşmanın tarihi 19. yüzyıldır. Bu yüzyıl iyi bilinmelidir. Zehre batırılmış görsellikler her daim insanı yanıltır. Çünkü insan, zahirin aldatıcılığı içindedir. Zehrin aldatıcı çekiciği, ulusumuzun çocuklarında şaşkınlıklara, kopmalara, değişmelere, tiksintilere neden olmuştur. Dünü bırakarak yeni bir dünya insanı olma hevesi aldatmıştır. Tarihten kopmak demek kendinden kopmak demektir. Türk ulusunun bu birikimli tarihi, sınavların en şiddetlisini kapsar. Her bir hareket, her bir savaş ve her bir medrese eğitimi köklerden kopmaya doğru ayarlanmıştır ki bu bir batı zehridir. Yabancılaşma köklerden uzaklaşmayı getirmiştir. Yüzyıl böyle geçti. Büyük bir geçmişi küçük gören, sırt dönen, yok sayan yabancılaşma kendini de kaybedişi anlatır bize. Şimdi yeniden yerli düşünmeye, yerli değerlerimizi arayıp bulmaya ve yine büyük tarihin çocuklarının kardeşliğini önde tutmaya, ırkçılığın zehrini bertaraf etmeye mecbursun. En büyük sınav, köklere bağlı kalıp kalmama sınavıdır. Kökler, İslam’ın beslediği damarlardır. Ya İslam’la kalma kararı ya da yabancılaşma. Kişisel sınavların da ötesinde sınavlarımızın olduğunu idrak büyüme getirir.
Ali Efendimizin güzel bir öğüdü var; “Öfke kötü bir arkadaştır. Kusur ve çirkinlikleri açığa çıkarır, insanı kötülüğe yakınlaştırıp, iyilikten uzaklaştırır. Öfke ve kızgınlıktan koru kendini. Çünkü başlangıcı delilik, sonu pişmanlıktır.” Yüzyıl böyle pişmanlıklarla geçti. Kaybedilmiş değerleri ihya etmek düşüyor şimdi. Bu nedenle sınavların artacağı kesin. Sınavlardan sınavlara sınanma sürecek.
Sormalıyız yeniden yinelenerek sormalıyız. Bin yıllık bir tarihin içinden gelen bizler, edipler, şairler, sanatkârlar dahası irfan sahipleri olarak sormalıyız; bizi besleyen değerler, kaynaklar, kadim kültürel miras, büyük coğrafyada ki varlıklarımız, ilme, irfana olan katkılarımız, şiir medeniyeti oluşumuz hep İslam düşüncesinden beslenmemiş midir? Bu güne bizleri getiren İslam fikriyatı değil midir sormalı her birey, her akıl sahibi.
Ülkelerin yazgısına katkıları vardır yazarların. Kendi yazgısıyla birlikte gerçekleştirir bunu. Gerçekleri söylemekten ve yazmaktan asla çekinmemelidir yazar. Yazar toplumunun dilidir. Yazmaya ve konuşmaya mecburdur.
“İsveç Söylevi”nde Albert Camus; “Soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan iki ödeve bağlı kalacaktır. Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak” tır diyor. Şimdi daha yüksek perdeden bütün aydınların, yazarların ulusumuzda, komşularımızda ve çağda olanlara karşı bir duruş, bir söylem üretmeleri gerekir. Bu da aydının sınavıdır.
Az önce içimden geçtin ya ne birkaç satır yazdım, ne kapını çaldım ne de telefonla aradım. Yapmadım hiç birisini. Oysa bu da bir sınavdı. Sınanmıştım, hatırıma getirilerek ihtiyacın olmalıydı ya da benim muhtaçlığım. Olmadı kaybettim bu sınavı da. Hiçbir şey kendiliğinden olmuyorsa eğer, üç gün önce yağan İstanbul’un ilk karı, ikici gün yağdı yağmadı derken üçüncü gün güneş alıp götürüyorsa, bu gün bir sonbahar güneşi kaplayıvermişse gün boyu düşünmelidir insan. Her an değişiyor. Her an yeni. Yeni, çünkü yeniden yaratılarak yenileniyor.
“Güneş Donanması” Alaaddin Özdenören’in şiir kitaplarından biri. Çağın olaylarından etkilenmiş, şiirleri doğanın diliyle insanın içine doğru yürüyen şiirlerdir. Kendisine, iç özüne yürümesi için yabancılaşmaya, batılılaşmaya karşı duruş şiirleridir.
“Düşün ki ülkem nice uçurumlardan sonra
Kesik kesik ama hızlı
Bir orman yağmuru gibi
Düşünüp duruyor içimde
Ülkem
Kanlı divane.”
Ceyhun Atuf Kansu’nun iki mısrası ise bizi durdurup uzun kıtalara doğru baktırıyor sanki. Birden bire Mescidi Aksa’nın doğusunda ki Zeytin Dağı’nın dibinde Rabia Adeviye gelişimizi bekliyor;
“Gül sularıyla çıkmıştık yola hani
Kuran gölgesi, zeytin ağaçları altından” .
Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin Dağı” romanı var birde. Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başlayan Falih Rıfkı, Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermek ister ve bu romanı yazar. Romanın geçtiği yer Kudüs’te Mescidi Aksanın doğusunda ki dağın adıdır. Karargâhın bulunduğu yerdir. Aslında roman Osmanlının son dönemleriyle Cumhuriyetin ilk dönemlerine değinse de taraflı duruş, gerçeği yeterince yansıtmaz. Osmanlı ya da Cumhuriyet ikisi de bizimdir Düne dair olanlar nasıl bizimse, bugüne dair olanlarla, geleceğe dair olacak olanlarda bize ait olacaktır. Meseleye böyle baktığımızı bu nedenle pek de katılmadığımı ifade etmeliyim.
Hayat sürüyor şöyle ya da böyle. İyi ya da kötü, hayırlı ya da hayırsız ama bir şekilde hayat
devam ediyor. Hayatı anlamlı yaşamak için anlamlı olmak gerekiyor. Anlamlı olmak demek, her an sorgunun sıratında bulunmak demektir.
Sınav ile sorgu insanın peşini asla bırakmayacak.