Cafe’nin köşesinde her zamanki yerinde. Sandalyeye iyice yaslanmış. Kendinden pek emin bir tavır sergileme çabası güttüğü her halinden belli. ‘’Ben kimsenin namusuna, malına yan gözle bakmam, göz dikmem. Namaz kılmam ama iyi bir kalbe sahibim. Doğruyum, katiyen yalan söylemem.’’ Karşısında her kim olursa olsun, sözlerine bu tekerlemelerle başlar. Doğruluğunu ispatladığını zannettikten sonra, konuşmalarına başkalarının ne kadar hileci, düzenbaz olduğundan, toplumun çivisi çıktığına varıncaya kadar anlatmaya başlar ve ha babam anlatır da anlatır. Sonra da komşusundan, dostlarından ve beraber olduğu sohbet arkadaşıyla ortak tanıdıklarının kusurlarından bahsederek onları yerden yere vurur. Gıybetin, dedikodunun alasını yapar.
Elinde bir tesbih, başı öne eğilmiş zikir çekiyor. İnsana, derin derin Allah’ı tesbih ediyor izlemini veriyor. Bir taraftan tesbih çekiyor, bir taraftan da dün gördüklerinin üzerine yorumlar yapıyor. Ara sıra da bir kızmış gibi yaparak lahavle diyor, başını setçe kaldırıyor. Sonra tesbihe kaldığı yerden devam ediyor. Dili zikrediyor fakat kalbi ve fikri dün yaşanan olayın kötü taraflarında. İyi taraflarını görmüyor.
Odasına kapanmış harıl harıl ders çalışıyor. Tabi biz öyle görüyoruz. Defteri ve kitabı açık, elinde kalemi, kitaba bakarak defterine bir şeyler yazıyor. Kim bu halde onu görse ders çalışıyor düşüncesine kapılır. Evet, ders çalışıyor çalışmasına da zihninde, dünkü derste arkadaşının soruyu yanlış cevaplamasıyla öğretmenin onu azarlaması ve tüm sınıfın gülmesi, arkadaşının renkten renge girip mahcup durumuna düşmesinin ne kadar komik duruma düşüşü var.
Saçı başı ağarmış yetmişe merdiven dayamış olgun bir ihtiyar. Görünüşü, güngörmüş, feleğin çemberinden geçmiş tam bir tecrübe abidesi görünümünde. Etrafına gençler toplanmış, onun tecrübelerinden faydalanmak istiyorlar. Fakat o yaşıtlarından ev dam sahibi olamamış kimselerin çalışmadığından, akılsızlıklarından, kafalarını çalıştırmadıklarından, kendisinin ise çok çalışıp emek sarf ederek bu mevkilere geldiğinden dem vurmaktadır.
Amiri-memuru, öğretmeni-öğrencisi, vatandaşı-halkı, hacısı-hocası, büyüğü-küçüğü, köylüsü-kentlisi hepimiz kendimizi sütten çıkmış ak kaşık görüyoruz. Başkalarını da kusurlu, kötü, beceriksiz, günahkâr vs. görüyoruz. Sanki biz hiç hata yapmayız, bizim hiç suçumuz, günahımız olmaz, biz daima en iyisini, en güzelini yaparız. Başkalarına iyilikte ve güzellikte hiç hak tanımayız.
Bu sebeple kişi ne kadar iyi olursa olsun hatta kendisinden kat kat üstün dahi olsa bir yanlış hareketini görsek veya biz öyle zannedip onu peşin hükümle kötülüğe mahkûm etsek, doğru sözünü yanlış anlayıp bir kulp taksak, uygunsuz bir yerde görür görmez hemen yargısız infaz etsek acaba biz kendimize göre iyi bir şey mi yapmış oluuruz? Sanki hiçbir günah işlemedik, gıybet etmedik. Daha insanları o kişi hakkında uyarmış olduk. Hâlbuki hiçbir suçu olmayan bir kimseyi toplum nezdinde hemen suçlu durumuna düşürerek, onun itibarını yerle bir ettiğimizin farkında değiliz.
Bırakın çuvaldızı kendimize batırmayı, kendimize toz bile kondurmuyoruz. Çuvaldızı iğneyle beraber, bir olayına şahit olduğumuz insana batıra bildiğimiz kadar batırıyoruz. İki kişi bir araya geldik mi hemen gıybetin alasını yapıyoruz. Birimiz, bire bin katıyor, diğerimiz de ötekinden aşağı kalmıyor, onun binine binler katıyor. Melek olan adamı bir anda şeytan hatta şeytandan daha büyük bir şeytan kılığına sokuyoruz.
Netice-i kelam, başkalarının kusurunu ararken kendi kusurlarımızı göremiyoruz. Kendi kusurlarımızı göremediğimiz için, o kusurlar içerisinde hata üstüne hatalar yapıyoruz. Fakat farkında olamıyoruz. Peygamberimiz bu durumu çok veciz bir şekilde ifade etmiş. “Bir kimsenin 'İnsanlar helak oldu!' dediğini duyarsanız, bilin ki o, kendisi, herkesten çok helak olandır.’’
Mesut AKDAĞ