Zamanın bizi büyük bir hızla ölüme yaklaştırdığından habersiz yaşayıp gidiyoruz şu geçici dünyada. Farkında olmadan aldığımız her bir nefes ölüme bir adım daha yaklaştırıyor. Farkında olalım veya olmayalım gerçek olan şu; bu yalan dünyaya kendimizi kaptırmışız, ölümü ve bir gün mutlaka öleceğimizi hiç düşünmeden hayatımızı sürdürüp gidiyoruz. Böylesine bir hırsla hayatımızı devam ettirirken neler yapmıyoruz ki? Para kazanacağız derken ticaretimizde yalanın birine bin katıp müşterimizi kandırıyor üş kuruşluk malı on liraya satıyoruz. Defolu bir malın kusurunu gizleyip düzgün bir malmış gibi satıyoruz. Kalitesiz bir malı en kaliteli ürünmüş gibi fahiş fiyatla satıyoruz. Zayıf, gariban gördüklerimizden zorla alıyoruz, gasp ediyoruz. Adamın ömrünü tüketip didinerek çalışıp ürettiği fikirlerinin üstüne yatıp çalıyoruz ve fikir sahibine zırnık koklatmıyoruz. Çalıştığımız iş yerin kasasından patronun haberi olmadan her gün üç-beş kuruş tırtıklıyoruz. Ve daha binlerce örneklerle haksız kazanıp nice mazlumların haklarını çiğneyerek makam, mevki elde ediyor ve nice masumların sırtından asalak gibi geçinip gidiyoruz.
Haydi diyelim ki, içimizde dürüstler var. Evet dürüst insanlarımız var. Bu insanlarımızı yukarıda saydığımız kötü hallerden tenzih ederiz. Fakat, bu dürüst tacir, namuslu memur ve ahlak sahibi insanlarımız da aynı şekilde bu dünyada baki kalacak gibi para, mal mülk biriktirme telaşındalar. Onlar da diğer insanlar gibi dünyanın cazibesine kendilerini kaptırmışlar dünyanın süslü hayatında ömürlerini çürütüyorlar. Bir farkları, haksız kazanç elde etmiyorlar.
Şu veya bu şekilde ister en ahlaklı olsun ister en dürüst olsun isterse de en sahtekâr olsun birbirlerinden dünyanın makyajlı güzelliğine kanıp köle gibi sırf ona çalışmakta olmalarında hiçbir farkları yok. Sanki hiç ölüm bizlere gelmeyecek, sanki bu dünyada ne kazandıysak ebedi olarak bizde kalacak, sanki ne kadar unvan, şan ve şeref varsa bizim olacak ve öylece bizde kalacak, sanki çevremizde bize amade olan dalkavuklar (iyi gün dostları) her zaman bizim yanımızda olacaklar zannıyla elimizdeki mal, mülk ve unvanların avuntusu ile ölüme gözlerimizi kapatıp aklımız bir karış havada yaşıyoruz. Ta ki ölünceye kadar. O zaman kafamızı tabutun tahtasına vuracağız ama iş işten geçmiş olacak.
İşte böyle dünyanın meşgalelerine kendimizi öylesine kaptırmışız ki sanki hiç ölmeyecekmişiz, adete kendimizden geçmiş dünya işleriyle uğraşıp duruyoruz. Benliğimiz dünya malları hırsıyla dolmuş, dini kaygıların yerini mal kazanıp kazanamama kaygıları almış. Ölümü hep uzak görmüşüz kendimizden. Halbuki her gün sela okunuyor kulaklarımız duymuyor. Her gün camilerde cenaze namazı kılınıyor gözlerimiz görmüyor. Hele hele hesaba çekileceğimizi tamamen uzak görüyor hatta hiç olmayacağını tasavvur ediyoruz. Ölümü uzak gördüğümüzden kıyameti daha uzak hatta olmayacak zannediyoruz. Kıyamet, hesap demek, cennet-cehennem demek. Bu dünyanın ahirete hazırlık olduğunu unutuyor bütün enerjimizi hep dünyaya sarf ediyoruz. Halbuki o uzak gördüğümüz kıyamet bize ne kadar uzak ise o kadar yakındır.
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1) “İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Allah katındadır.” Ne bilirsin, belki de kıyamet yakında gerçekleşir.” (Ahzab 33/63)
Peki kıyamet bu kadar yakın olmasına rağmen kıyameti unutmadan dünyanın parıltılı yaşamından ölümü hatırlayıp ahiret için nasıl çalışacağız? Dünyanın kendine çeken bataklığından kendimizi kurtarıp ahirete nasıl yatırım yapacağız? Dünyanın şan, şöhret, mal mülk gibi manyetik çekim alanından nasıl kendimizi koruyup nasıl ahirete kendimizi hazırlayacağız?
Bu sorulara ancak kendimize dönerek, kendimizi tanıyarak cevap verebiliriz. Kazandıklarımızın, malımızın, mülkümüzün, makamımızın ve mevkiimizin kendimizin elde etmediğini, Allah’ın bir ikram olarak bize lütufta bulunduğunu, bunu da çevremize baktığımızda nice insanların iflas, emekli olma, dolandırılma yollarıyla tüm birikimlerini bir çırpıda kaybettiklerinden anlayabiliriz. Bir gün kendimizin de onlar gibi olabileceğimizi düşünmemiz gerekir. Bu düşünce bizim aciz olduğumuzu ve her şeyimizle Allah’a muhtaç olduğumuzu idrak ettirir. Bu idrak, elimizdekilerin geçiciliğini anlamamıza sebep olur. Bu anlayış da elimizdekileri kötüye kullanmayıp Allah ve insanlık yolunda kullanmamızı sağlar.
Bunun yanında en önemli cevabımız Peygamberimizin (s.a.s.) bize öğütte bulunduğu “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” (Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3;)hadisinde olduğu gibi her zaman ölümü hatırlayıp bu dünyayı terk-i diyar edeceğimizi, ne biriktirdiysek hepsinin olduğu gibi arkamızda bırakacağımızı zihnimize kazıyacağız. Özellikle de bize çok uzak fakat o kadar yakın olan kıyametin kopup hesaba çekileceğimizin muhasebesini yapacağız. Kazandıklarımızı nasıl kazandık ve nerelerde tükettik muhasebesini yaptığımız zaman dünyanın koşuşturmalarından biraz olsun duruluruz ve Allah için bir şeyler yapmaya başlarız vesselam.
Mesut AKDAĞ