Yakın zamanda yaşadığım bir olayı anlatmak ve buradan çıkardığım “önemli dersi” sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hacerülesved ile ilgili hadisleri sened ve metin açısından tahlil ettiğim ikinci kitabım bu yıl Mart ayında Rağbet Yayınları tarafından neşredildi. İnsanın beş yıl boyunca, gece gündüz demeden emek harcayarak yazdığı kitap adeta kendi çocuğu gibi oluyor, onu seviyor, insanların onu okumasını ve anlamasını istiyor.
Zira bir kitabın yazılmasının temel amacı, okunması, anlaşılması ve insanlara fayda sağlamasıdır.
İşte bu duygularla yazdığım kitabımı, emekli bir imam da olan eski bir dostuma hediye ettim. O dostumla iki gün sonra tevâfuken karşılaştık.
Bana; “Hocam, kitabınızın ilk gün 115 sayfasını, ertesi günde tamamını okudum ve bitirdim” dedi.
O kadar mutlu oldum ki anlatamam.
Kendisine; “Bak! Anlayıp anlamadığını sorarım ha!” diye şaka yollu takıldım.
O da; “Sor hocam!” deyince cesaretlendim ve “O zaman sana üç soru soracağım, bakalım yazdıklarımı anlamış mısın?” dedim.
“Birinci sorum şu: Kitapta “Bezm-i elest/ kâlû belâ” hususunda mevcut olan görüşleri yazdım. Ama ben azınlıkta kalan bir başka görüşü tercih ettim; onu delillerle biraz daha geliştirdim ve günümüz insanının daha kolay anlayabileceği bir hâle getirdim. Bu arada bazı örnekler de verdim. Şimdi o verdiğim örnekler nelerdir, anlat bakalım!” dedim.
Dostum bir şeyler anlatmaya çalıştı ama okuduğu kitabı tam olarak anlamadığı belli oldu. Biraz ipucu verdim ama yine bilemedi. Maalesef kitapta verdiğim örneklerden hiçbirini hatırlayamadı.
Üzüldüm. Üzüntümü belli etmemeye çalıştım ve dedim ki; “Şimdi ikinci soruya geçelim.”
“İkinci sorum şu: İslam düşünce tarihi boyunca Hz. Âdem ve eşinin çıkartıldığı cennet konusunda üç farklı görüş olmuştur. Ben bunların üçünü de kitapta yazdım. Ama Hz. Âdem ve eşinin çıkartıldığı cennetin “sonsuzluk yurdu cennet” olmayıp “yeryüzündeki bir bahçe” olduğu fikrini savunanların delillerinin çok daha güçlü ve ikna edici olduğunu söyledim ve savundum. Şimdi söyle bakalım, orada yazdığım bu deliller nelerdir?” dedim.
Dostum yine bir şeyler anlatmaya çalıştı ama kitabı tam anlamadığı, dikkatlice okumadığı ortaya çıktı. Ben yine ipuçları verdim; fakat bu sorumu da tam olarak cevaplayamadı; yaklaşık on beş kadar delilden hiçbirini söyleyemedi.
Bu sefer biraz daha fazla üzüldüm, ama yine üzüntümü belli etmemeye çalıştım ve dedim ki: “Şimdi geldik üçüncü soruya.”
“Üçüncü sorum şu: Bilindiği üzere şeytan bizim düşmanımızdır. Kurânda pek çok yerde onun düşmanımız olduğu haber verilir ve vasıfları bize anlatılır/ tanıtılır. Ben şeytanın kim olduğuyla alakalı mezkûr âyetlerden ve sahih hadislerden birtakım deliller getirerek bu zamana kadar kimsenin yazmadığı ve söylemediği bazı şeyler söyledim. Bu görüş/ yorum/ ictihad yenidir ve patenti de tamamen bana aittir. Adım zikredilmeksizin görüşümün intihal edilmesinden rahatsız olurum, bu durumdan elbette hoşlanmam. Zira ben bu tespiti yapıncaya kadar uzun geceler uykusuz kaldım; günlerce aylarca, yıllarca beynimi zonklattım. Rabbime çok dualar ettim. En sonunda Rabbimin izniyle böyle bir sonuca ulaştım; Rabbim bunu bana nasip etti ve ben de bunu kitabımda yazdım. Şimdi söyle bakalım bu görüşüm ve ortaya koyduğum farklı delillerim nelerdir?” dedim.
Dostum yine bir şeyler anlatmaya çalıştı ama kitabı anlayarak okumadığı, sadece göz gezdirdiği net bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Ben ona yine bazı ipuçları verdim ve “Bak! Nefis ayrı, cin ayrı, şeytan ayrı; bu kavramları birbirine karıştırmayalım. Yoksa şeytanı anlayamayız; nefsi haksız yere suçlarız ve cin konusunda da kafamız karıştıkça karışır. Ben kitapta bütün bunlardan ayrı ayrı bahsettim, şimdi anlat bakalım!” dedim.
Fakat emekli dostum bu soruyu da bilemedi. Ortaya koyduğum delillerden bir tanesini bile söyleyemedi. Eski görüşleri anlatmaya kalktı; onları bile tam anlatamadı. Ben de kısık bir ses tonuyla; “Onları sormuyorum, kitapta yazdığım farklı şeyleri, delil getirdiğim âyetleri ve bunlar arasında kurduğum bağlantıları soruyorum” dedim. Maalesef dostum bu son sorumu da bilemedi.
Ben bu sefer biraz daha fazla üzüldüm ve konuyu derhal değiştirdim. Başka şeyler konuştuk ve müsaade isteyerek yanından ayrıldım. Onu daha fazla imtihan etmek ve üzmek istemedim; çünkü ben de üzülmüştüm.
Düşünceli bir halde kaldığımız “o güzel şehirdeki mekâna” döndüm.
O gece başımı yastığa koyunca kendi kendime şöyle dedim: “Ben kendi yazdığım kitabımın bir meslektaşım tarafından okunduğu halde anlaşılmamasına bu kadar çok üzülüyorum da, kim bilir Yüce Rabbimiz gönderdiği en son kitabın anlaşılmadan okunmasına ne kadar da çok üzülüyordur!” dedim.
“Meğer biz Rabbimizin inzal ettiği bu son kitabı anlamadan okuyarak Ona ne kadar da büyük bir saygısızlık yapıyormuşuz!”dedim.
“Meğer Müslümanların çoğu ne kadar da yanlış bir yoldaymış! Biz Yaratıcımıza karşı ne kadar da nankörmüşüz!” dedim.
“Meğer biz Kurânı anlamadan yüzünden okumayı marifet zannetmekle, işin özünü ve esasını anlamaya çalışmamakla ne kadar büyük bir hata yapmışız!” dedim.
Özetle, insanları dünya ve ahirette huzura ulaştıracak kutsal kitap Kurânı anlayarak okumak, bu ilkeleri yaşayarak güzel örnek olmak (Hac, 22/78) ve başkalarına da bunları anlayacakları şekilde dosdoğru anlatmak tüm müminlerin görevidir. Bu vazifeyi yerine getirmeyenler Yüce Allahın rızasını kazanamaz, cenneti elde edemez, ayrıca büyük bir vebalden de kurtulamazlar. Zira bize tevdi edilen ve bizim de kabul ettiğimiz emanetin (Ahzâb, 33/72) hakkını vermek öyle göründüğü kadar kolay değildir; çok ciddi emek ve çaba gerektirmektedir. (02.08.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi