Bazı insanlar içinde bulundukları dinî grup, tarikat veya cemaatten öyle kolay kolay ayrılamıyor, sahip oldukları maddî ve manevî imkânları kaybetmek istemiyor ve her türlü rezalete katlanıyor. Çünkü yaşayacakları maddî kayıplar, “kavmim ne der” mantığı ve ayrılınca yalnız kalma endişesi onları bundan alıkoyuyor ve “cemaatin/ aşiretin/ tarikatın/ hareketin/ hizmetin/ takımın/ partinin” yaptığı her türlü yanlışı kabullenip yanında yer almalarına ve savunmalarına neden oluyor.
Oysa böyle bir tavrın doğru olmadığı açıktır. Onurlu bir insan, aklını kullanmak ve ilkesel hareket etmek zorundadır. Aksi halde böyle birisi menfaat endişesiyle ve “başkaları ne der” mantığıyla hareket edecek olursa içinde bulunduğu kötü yapıyla birlikte bir gün helak olması kaçınılmazdır. Zira bu, sünnetullahın tabiî bir sonucudur; zalimlerin (hak ve adalet çizgisinden ayrılanların) hidayete erişmeleri ve istikamet üzere yürümeleri asla söz konusu değildir (Âl- İmrân, 3/86; Tevbe, 9/19).
Anlaşılan o ki, bazı insanlar içinde bulundukları statülerini/ konumlarını kaybettikleri takdirde boşlukta kalacaklarına inandıkları için cemaatin veya parti liderinin yaptığı hataları görmüyor, görmek istemiyor, görse bile hayra yoruyor, “Mutlaka bir hikmeti vardır” diyerek bunda keramet arıyor ve kendilerini avutuyorlar. Oysa bu zavallıların tek amaçları; onurlarını kaybetmek pahasına, sosyal statülerini, konumlarını ve içinde bulundukları maddî imkânları kaybetmemektir.
Bu nedenledir ki, “örgüt lideri/ kâinat imamı/ şeyh/ hoca efendi” gerektiğinde ona hakaret etse, dövse, sövse ve yanından kovsa bile onu terk edemiyor. Zira bu tür adamlar, menfaat için her şeye katlanıyor, zulme ve yanlışlara göz yumdukları için de zamanla onur, şeref, izzet ve haysiyetlerini kaybediyorlar.
Bütün bunlara rağmen bu zavallılar, hâlâ kendilerinin “adam” olduklarını zannediyor ve gururla ortalıkta dolaşmaya devam ediyorlar. Bu yüzdendir ki, cemaat/ tarikat/ parti yavaş yavaş biterken ve halkın gözünden düşerken onlar da bitiyorlar. Zira bu bitişte onların da payı oldukça büyüktür; çünkü sorumluluklarının gereğini yerine getirmemiş ve sürekli yanlışlara göz yummuşlardır.
Bu itibarla “kavmim ne der” mantığıyla hareket ederek yanlışları görmezlikten gelmek, hakikati kabule yanaşmamak ve ilkesel hareketten kaçınmak insana kaybettirir.
Nitekim Hz. Nuh ve Hz. Lutun karıları da kocaları peygamber olmalarına rağmen akıllarını kullanmamış, “kavmim ne der” mantığıyla hareket etmiş, iman etmeye yanaşmamış ve cehennemi boylamışlardır.
Hz. İbrâhimin babası Âzer de “kavmim ne der” düşüncesiyle iman etmemiş ve atalarının gittiği yanlış yolda gitmeye ve sapkın inançları savunmaya devam etmiştir.
Peygamberimize hayatında en büyük desteği sağlayan Ebû Tâlib de “kavmim ne der” yaklaşımıyla hareket ettiği için iman etmeden ölmüştür. Peygamberimiz bu duruma çok üzülmüş ama elinden bir şey gelmemiştir. Zira onun da sevdiklerini imana erdirmek gibi bir hakkı/ yetkisi/ ayrıcalığı yoktur (Kasas, 28/56; Nahl, 16/37). Çünkü herkes kendi özgür iradesiyle kendi kararını vermekte, hidayeti yahut dalaleti kendisi seçmektedir.
Aynı şekilde Hz. Ömer hidayeti seçerken Ebû Cehil “kavmim ne der” endişesiyle bilerek ve isteyerek dalalette kalmayı tercih etmiştir. Necip Fazıl Kısakürek ile Nazım Hikmet de aynı yaklaşımı sergilemiş ve kendi kararlarını kendileri vermişlerdir.
Özetle, hakikati gördüğü halde “kavmim ne der” mantığıyla hareket ederek konumlarını kaybetmek istemeyenler hidayete erişemez ve her geçen gün dalalete doğru sürüklenirler. Bu nedenle uyarılara kulak tıkayan böylelerine acımak doğru değildir; zira böyle bir sonu bile isteye kendileri hazırlamışlardır. Bu tür omurgasız ve çıkarcı adamlardan kendilerine, eşlerine, çocuklarına, akrabalarına, dine, millete, vatana ve tüm insanlığa bu zamana kadar hiçbir fayda gelmemiştir ve görünen o ki bundan sonra da gelmesi asla mümkün değildir. (09.09.2016)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi