İlk âyet, bize Hirada inen:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])
Tabi en büyük tahsil bu…
Neyi okuyacaksın? Azamet-i ilâhiyyeyi okuyacaksın. Kudret akışlarını okuyacaksın. Şu kâinattaki ilâhî nakışları okuyacaksın. Cenâb-ı Hak bunları okumamız için bize çok yardım etti. Yani şu kâinâtı, şu cihânı bir endam aynası olarak Cenâb-ı Hak halketti. İnsana ne kadar ihtiyaç, insanın ne kadar tefekküre ihtiyacı var, ne kadar o tefekkürle Cenâb-ı Hakka yaklaşacak, güzel kul olacak, aczini hissedecek… Cenâb-ı Hak öyle bir dershâne kurdu, şu kâinat dershânesi. İnsan için hazırlandı.
Âdem -aleyhisselâm-dan itibaren, insan ve hayvanlar gelmeye başladı. Hayvanlar da insan için yaratıldı, nebâtat da insan için yaratıldı. Bu tâ kıyâmete kadar gelecek. Kıyâmette fonksiyonu bitecek. Hepsi birden infilâk edecek, yeni baştan bir âlem başlayacak.
Velhâsıl kâinat, mikrodan makroya, en küçük varlıktan, bir atomdan galaksilere kadar, en küçük bir mahlûktan en cesîm mahlûka kadar, denizde, karada, havada… Hepsi Cenâb-ı Hakkın azamet-i ilâhiyyesini bize aksettirmesi lâzım.
Cenâb-ı Hak kırıntı ilimler veriyor: Fizikti, kimyâydı vesâireydi… Bunları niçin veriyor Cenâb-ı Hak? Niye başka mahlûkâta vermiyor da bize veriyor? Buradan ilâhî azamet, ilâhî kudret akışlarını hatırlayacağız; “Aman yâ Rabbi!” diyeceğiz.
Bir nutfeden, nasıl bir insan meydana geliyor? Nasıl içinde cihazlar meydana geliyor? Bu cihazlar nasıl çalışıyor? Kaç branşa ayrılıyor bir hayat boyu? Yine onun künhüne varmak mümkün değil!..
Demek ki eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra… Cenâb-ı Hak… Tabi bu, eğer kalp varsa. Kalp varsa inkişâf edecek. O kalp varsa göz görür o zaman.
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) tecellî eder.
Bu göz mühim. Bu göz, kalbe bağlı gözdür. Göz burada bir âlettir, gözlüktür. Efendimizi Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da gördü, Ebû Cehil, Ebû Leheb de gördü. Herkes Efendimize baktığı zaman içindeki kendi duygularını gördü. Muhabbetini gördü Ebû Bekir Efendimiz, hayran oldu. Ebû Leheb, Ebû Cehil, kendi kinini gördü, karanlığını gördü.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak öyle bir kalple, öyle derinleşen bir kalple şu kâinat âlemini seyretmemizi; “Aman yâ Rabbi!..” (dememizi istiyor.)
Onun için bir Hak dostu diyor ki:
“Bu cihan, âkıller için seyr-i bedâyî (ilâhî azameti seyir âkıller için, -af edersiniz-) ahmaklar için de yemekle şehvettir.” buyuruyor.
Sâdî-i Şîrâzî de:
“Ağaçlardaki bir tek yaprak, mârifetullâha bir dîvandır. -Af edersiniz- yine ahmaklar için de bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.” Diğer mahlûkâtın gördüğü gibi görür.
Velhâsıl bu, kalbimizin terakkî etmesi, bir ibret almamız kâinattan… İşte ashâb-ı kirâmda bu başladı. Ufacık bir çekirdekten koca bir ağaç çıkması, ufacık bir yumurtadan bir hayvan çıkması, yok kadar bir varlıktan bir insan çıkması… Uzun uzun bir tefekkür başladı sahâbîde. Ve bu âlemin (son) konağının kabir olduğu idrâki gelişti.
Kurân-ı Kerîm, ders kitabımız. Takvâ sahiplerine rehber. Kelâmda bir mucize. Konuşan, öğüt veren bir kâinat, Kurân-ı Kerîm. Kâinat fiilî, Kurân-ı Kerîm ise lâfzî. Yani kâinat sessiz, Kurân sesli bir sûrette bizi irşâd ediyor. İki tane irşad.
Efendimize gelince: Cenâb-ı Hakkın bu sonsuz büyük bir lûtfu.
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ
(“Yemin olsun, Allah müʼminlere bol ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164])
En büyük bir nîmet, Rasûlullah Efendimiz. 124 (bin) küsur peygamberin en zirvesi. Her peygamber, kavmine geliyor; Efendimiz, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) kıyâmete kadar gelen bütün insanlara, bütün asırlara geliyor.
En alt kademeden en üst kademeye geliyor. Rasûlullah Efendimiz Cenâb-ı Hakkın insandaki bir mûcizesi. Kâinat, fiilde bir mûcize. Kurân-ı Kerîm kelâmda bir mûcize. Rasûlullah Efendimiz, insanda bir mûcize; ikinci bir insan yok, ikinci bir peygamber yok.
Demek ki Cenâb-ı Hak, yakından tanımamızı arzu ediyor. Çok, Efendimizi yakından tanıtan çok âyetler var.
Yani, şimdi şu bardağa bir okyanusu dolduramayız, taşar. Cenâb-ı Hak âyetlerde bize Onu misal veriyor. Üsve-i hasene olduğunu. Kime? Bir insan bir kavme misaldir, bir mesleğe misaldir. O, tâ bütün insanlığa misal.
“Allah ve melekler salât eder…” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.
“رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olarak Cenâb-ı Hak lûtfetti. Melekler duâ ediyor.
“…Çok çok salât edin, tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.
İbn-i Abbas diyor ki -Efendimizin amcasının oğlu-, Efendimizi bu, çocukken gördü. O diyor ki, bilhassa bu Rabîulevvel ayında çok tefekkür etmemiz lâzım, İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- şöyle diyor:
“Allah Teâlâ kendi katında Muhammedden -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. Zira Cenâb-ı Hak, Ondan başka hiçbirinin hayatı üzerine yemin etmemiştir.”
Yalnız Efendimiz üzerine, Hicr Sûresinde “لَعَمْرُك” buyuruyor. (el-Hicr, 72) Onun ömrü üzerine yemin olsun, Onun hayatı üzerine yemin olsun buyuruyor.
Hayatının her safhası… Sahâbî zaten, çok, bunun için bir teyakkuz hâlindeydi. Efendimizin geçtiği yoldan geçerdi. Onun dinlendiği ağacın altında dinlenirdi. Vedâ Haccında Onun dayandığı kayaya gidip sırtlarını dayarlardı.
Yani bütün muâmelât, ibadet vs… Ona benzemeye çalışarak, diğer hâllerde de benzemeye çalışırlardı.
“وَالْعَصْرِ” (el-Asr, 1) Onun asrına yemin ediyor Cenâb-ı Hak.
Onun beldesine yemin ediyor. (Bkz. el-Beled, 1)
Onun -Yâsînde- Onun nübüvvetine yemin ediyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. Yâsîn, 3)
Yine Cenâb-ı Hak, Efendimizle beraberlik noktasında liyâkat kazanan her şeye, bu yakınlığı ölçüsünde Cenâb-ı Hak, indinde, yüksek bir değer ve şeref veriyor.
Onun nesebini en hayırlı bir neseb kılıyor. Ehl-i Beytini tathîr ediyor. Akrabalarına sevgi gösterilmesini istiyor.
Onun kavmini, aşîretini şereflendiriyor.
Onun hanımlarını ümmehât, ümmetin annesi eyliyor.
Hazret-i Hamzayı şehidlerin efendisi eyliyor.
Ashâb-ı kirâmı takvâ ehli eyliyor. Onları bütün insanlardan seçerek onları sahâbî eyledi. Bütün insanlara da onları -Tevbe Sûresi 100. âyetinde- o ashâb-ı kirâmı numûne gösteriyor.
Yaşadığı asrı, Âdemoğlunun en hayırlı asrı, asr-ı saâdet eyliyor.
Kıblesini Kâbe eyliyor.
Kitabını korumayı, Kurân-ı Kerîmi korumayı, kendi üzerine Cenâb-ı Hak alıyor. Okunan âyette; “titretme ağzını diyor, şey yapma, Biz Sana onu vereceğiz” diyor. (Bkz. el-Kıyâme, 16-17)
Medîne-i Münevvereyi harem kılıyor.
Namazda bir kişiye selâm versek namazımız bozulur. Cenâb-ı Hak orada, namazda selâm verdiriyor:
اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاةُ وَالطَّيِّبَاتُ
(Her türlü tâzim, ihtiram, hamd ü senâ; salevât gibi kavlî ve bunlara ilâveten fiilî ve mâlî ibadetler; Allah Teâlâya âittir.)
اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
(Allâhın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey Nebî!)
Ondan sonra Rasûlullah Efendimiz bizim üzerimize ve sâlih kullar üzerine… Yani o sâlih kullar üzerine de her kılınan namazdan bir duâ gidiyor.
Velhâsıl Efendimize daha bunların çok çok daha fazlasını verdi. Onun şeytanını bile müslüman etti Cenâb-ı Hak.
Demek ki biz de ne kadar Ona yakınlıkta bir liyâkat kazanırsak, demek ki o kadar;
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” [Yûnus, 62]) Onun şümûlüne girmiş olacağız.
Yani yeter ki Rasûlullah Efendimizi yakından tanıyabilmek. İşte sahâbî yakından tanıdı, hayran oldu.
Cenâb-ı Hak ne istiyor bizden?
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Rafine olmuş bir kalp istiyor. Nasıl doğuşta tertemiz geliyoruz; ibadetlerle, tâatlerle vs. zikrullahla tertemiz hâle geleceğiz. Rafine olmuş bir kalp, tezkiye olmuş, tasfiye olmuş bir kalple Cenâb-ı Hak huzuruna davet ediyor, Cennetine davet ediyor.
İtminâna ermiş, “Ey itminâna ermiş nefis!” (el-Fecr, 27) buyuruyor. Daha evvel Cenâb-ı Hakkın kuluna bir hitâbı yok Kurân-ı Kerîmde.
“رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen Ondan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])
O Allahtan râzı olacak. Üf, of, neden, niçin, yok! Tâbî olacak. Allah da ondan râzı olacak.
“Cennetime gir.” (el-Fecr, 30) buyruluyor.
Velhâsıl;
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9])
Fücur; Allahtan uzaklaştıran her şey bertaraf edilecek.
Takvâ, Cennet yolcusu; fücur, Cehennem yolcusu eder.
Demek ki ne kadar Cehennemden uzaklaşırsak, Cennete o kadar yaklaşırız. Şimdi şu su, berrak. İçmek için hazırlanmış bir su. Bunun içine biraz necâset düşse -o necâsetler günahlardır- bu suyun bütün lezzeti kaybolur.
Velhâsıl insan…
“İki şeyi unutma!” buyruluyor, Kurân-ı Kerîmin telkini, Rasûlullah Efendimizin telkin ediyor:
اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“Biliniz ki kalpler ancak Allâhı zikretmekle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
“Cenâb-ı Hakkı unutmayacağız.” İlâhî kameranın altında olduğumuzun idrâki içinde olacağız.
İkincisi, “fânîliği unutmayacak.”
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26])
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
(“Her can ölümü tadacaktır…” [el-Ankebût, 57])
İnsan ölümü unutmayacak.
Cenâb-ı Hakkı unutmayacak, ölümü unutmayacak, o zaman iş kolaylaşır.
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ Bir “âhiret endişesi” içinde olacak. (Bkz. ez-Zümer, 9)
Çünkü -elhamdü lillâh- Cenâb-ı Hakkın “Hâdî” esmâsının tecellîsiyle müslüman olarak geldik. Fakat Cenâb-ı Hak müslüman olarak gideceğimize bize bir teminat vermiyor.
“Ancak müslümanlar olarak can verin.” buyuruyor.
“Ey îmân edenler! Allâhın azamet-i ilâhiyyesi, ona yakışır şekilde takvâ sahibi olun. «اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ» Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yine diğer bir âyet, Muhammed Sûresi:
“Siz Allâh(ın dînin)e yardım ederseniz (yaşarsanız, yaşatırsanız) Allah da (o zaman) size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.
Demek ki dâimâ bir, son nefese kadar kaygan bir zeminin üzerindeyiz. Zaten son nefeste her şey bitecek artık. Kabirde, kıyamette telâfî etme şeyi de yok.
“İki şeyi de unut!” buyruluyor. Cenâb-ı Hak çok merhametli, sonsuz merhamet. Efendimiz “raûf” ve “rahîm”, merhametli. Kul da merhametli olacak, hayır-hasenâtını artıracak.
“Başkasına yaptığın, bütün yaptığın hayır-hasenâtı unut!” Senin gözünde büyümesin. Sana bir nefsâniyet, enâniyet vermesin.
İkincisi; “Başkasının sana yaptığı yanlışlıkları unut!” Affet onları. Cenâb-ı Hak soruyor:
“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak yine Enfâl Sûresinde:
“…O hâlde gerçek müminler iseniz, Allahtan korkun, aranızı düzeltin…” (Bkz. el-Enfâl, 1)
Haklıyım, haksız, yok! Bu, Allah beni kardeş etti…
Yine diğer bir âyette; “müminler çok merhametlidir”, Fetih Sûresinin sonunda. (Bkz. el-Fetih, 29)
Demek ki mümin kardeşini affedecek. “Bana bunu yapmıştı!” demeyecek. Allah da onu affedecek -inşâallah-.